بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Rızık kavramıyla iki şey kast edilir

Rızık kavramıyla iki şey kast edilir:

Birincisi: Kulun yararlandığı şeyler.

İkincisi: Kulun sahip olduğu şeyler.

“Kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.” (Bakara, 3)

“Size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (Münafikun, 10) ayetlerinde bu ikinci kısım rızık kast ediliyor. Bu, Allah’ın helâl olarak kişiyi sahip kıldığı mallardır.

Birinci kısım rızıktan ise şu ayette söz edilmiştir:

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir.” (Hud, 6)

Peygamberimizden (s.a.v.) rivayet edilen şu hadiste de bu tür rızıktan söz edilmiştir:

“Kişi, kendisi için takdir edilen rızkı tamamlamadan ölmez.” (İbni Mace, Ticarat, 2)

Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Kul, helâl da yer haram da. Bu yedikleri, birinci kısım rızık itibariyle rızıktır, ikinci kısım rızık itibariyle değil. Kulun çalışarak kazandığı, ama yemediği şey de ikinci kısım itibariyle rızıktır, birinci kısım itibariyle değil. Çünkü bu, gerçekte miras aldığı bir maldır, kendi malı değildir.

Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.

Fasıl-Peygamberler ve veliler rızık talep etmemişlerdir, şeklindeki söze cevap

Peygamberler ve veliler rızık talep etmemişlerdir, şeklindeki söze gelince, bu söz doğru değildir. Bilakis, peygamberlerin (a.s.) geneli, rızıklarını elde etmelerine yarayan işler yapmışlar, sebepler gerçekleştirmişlerdir.

Nitekim İbni Ömerin rivayet ettiği bir hadiste peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Kıyametin hemen öncesinde, insanlar tek ve ortaksız Allah’a ibadet etsinler diye, kılıçla gönderildim. Benim rızkım mızrağımın gölgesindedir. Benim emirlerime muhalefet edenler için alçaklık ve küçüklük vardır. Bir kavme benzeyen onlardandır.” (Ahmed, 2/50)

Sahih bir hadiste peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir:

“Kişinin yediğinin en üstünü kendi kazancıdır.” (Nesai, Buyû, 1; İbnu Mace, Ticaret, 1; Darimi, Buyû, 6; Ahmed, 6/31-42)

Davud peygamber kendi kazancını yerdi, zırh yapardı. Zekeriya peygamber (a.s.) marangozdu. İbrahim peygamberin (a.s.) sürüleri vardı. Öyle ki tanımadığı kimselere semiz bir buzağı ikram edebiliyordu. Ancak varlıklı olan biri bu şekilde davranabilir.

Allah’a tevekkül eden velilerin en hayırlıları muhacirler ve ensardır. Ebu Bekir es-Sıddık peygamberlerden sonra tevekkül eden velilerin en üstünüdür. Onların genelini, yüce Allah, yaptıkları işlerin kazancıyla rızıklandırırdı. Hz. Ebubekir tüccardı. Ganimetten payına düşeni de alırdı. Halife olunca, Beytülmal’dan kendisine günlük bir dirhem maaş ayırdı. Bütün malını Allah yolunda harcamıştı.

Resulullah (s.a.v.) ona:

Ailene ne bıraktın? dediğinde:

Onlara Allah ve Resulü’nü bıraktım, demişti. Buna rağmen hiç kimseden ne sadaka, ne bağış, ne de adak olarak hiçbir şey almazdı. Bilakis, kendi elinin kazancıyla yaşardı.

Tevekkül ettiğini ve Ebubekir Sıddık’a uyduğunu iddia ederek bütün malını dağıtan kimselerin bu davranışları ise doğru değildir. Çünkü onlar, dilenerek veya başka bir şekilde insanlardan geçinecek bir şeyler alırlar. Ebubekir’in yaptığı bu değildi. Ebubekir’in elindeki kırbaç yere düştüğünde, kendisi iner, onu yerden alırdı. Kimseye: Onu bana ver, demezdi. Şöyle derdi:

“Arkadaşım, hiç kimseden bir şey istemememi emretti...” (Ahmed, 1/11)

Ebubekir nerede, dilenciliği, insanlardan bir şeyler istemeyi Allah’a giden yol gibi görenlerin davranışı nerede! Bir de bazı şeyhlerin, müridlerini insanlardan istemek sûretiyle dilenciliğe teşvik ettiklerini düşünün!

Zorunluluk halleri dışında insanlardan istemenin haramlığına ilişkin olarak peygamber efendimizden (s.a.v.) rivayet edilen hadisler tevatür düzeyindedir. Buyurmuştur ki:

“Ağır bir borcun altına giren veya ödemesi gereken kan parası (diyet) bulunan yahut, mecalsiz bırakan bir yoksulluğa duçar olan kimseden başkasının dilenmesi, insanlardan bir şeyler istemesi helâl değildir.” (Ebu Davud, Zekat, 26; Tirmizi, Zekat, 23; İbni Mace, Ticaret, 25; Ahmed, 3/114, 127)

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Boş kaldın mı hemen işe koyul ve yalnız rabbine yönel.” (İnşirah, 7-8)

Burada yüce Allah, peygamberine, sadece kendisine yönelmesini, sadece kendisinden istemesini emretmektedir.

Bazıları, Allah’a dua etmeyi, O’ndan istemeyi bir kusur gibi görür. Bununla beraber, bunlar kullardan istemekte, dilencilik yapmaktadırlar. Oysa kulun ihtiyacını karşılamasını rabbinden istemesi ibadetlerin en üstünüdür. Bu peygamberlerin yoludur.

Nitekim Allah, kulların kendisinden istemelerini emretmiştir:

“Allah’tan lütfunu isteyin...” (Nisa, 32)

Allah’a yönelmenin ve Allah’tan korkmanın bir ifadesi olarak rablerine dua edenleri de övmüştür. Ayrıca bazı dualar vardır ki, bütün müslümanlara farzdır. Fatiha suresinde yer alan dua gibi.

Bazıları, Allah’tan istemenin gerekmediğinin kanıtı olarak, İbrahim peygamberin (a.s.) ateşe atılırken takındığı tavrı gösterirler. İbrahim ateşe atıldığında Cebrail ona:

Bir ihtiyacın var mı? dedi. İbrahim:

Senden bir isteğim yok, dedi. Cebrail: İste, dedi. İbrahim:

Halimi bilenden istememe gerek yoktur, dedi. Bu hadisin baş tarafı bilinmektedir. O da:

Senden bir isteğim yok, kısmıdır. Sahih-i Buhari’de belirtildiğine göre, İbni Abbas:

Allah bize yeter ve O ne güzel vekildir, ifadesiyle ilgili olarak şöyle demiştir:

“Bunu ateşe atılınca, İbrahim peygamber (a.s.) söylemiştir ve insanlar sizin aleyhinize toplandılar, onlardan korkun, diyenlere cevap olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) söylemiştir.” (Buhari, 3. sure, 13)

Rivayette geçen:

“Halimi bilenden istememe gerek yoktur” sözüne gelince, bu söz yanlıştır, batıldır. Allah’ın, Hz. İbrahim’le (a.s.) ve diğer peygamberlerle ilgili olarak zikrettiklerine aykırıdır. Allah, onların kendisine dua ettiklerini ve yalnız kendisinden istediklerini vurgulamıştır. Bu, yüce Allah’ın, kullarına, dünya ve ahiret maslahatı ile ilgili şeyleri kendisinden istemelerini emretmesine de aykırıdır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilikler ver, ahirettede de iyilikler ver. Bizi cehennem azabından koru!” (Bakara, 201)

Allah’a dua etmek, O’ndan istemek ve sadece O’na tevekkül etmek, O’na ibadet etmek demektir. Güç yetirilmesi durumunda meşru bir davranıştır. Sadece bilmek, Allah’ın yarattığını ve emrettiğini geçersiz kılar mı?

Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.

Salat ve selâm Muhammed’in üzerine olsun

ÇALIŞMAK İBADETTİR

Bu nokta iyice anlaşıldığına göre, bilinmelidir ki, çalışmanın bazısı vaciptir. Çalışmaya gücü yeten bir kimsenin kendisinin, çoluk çocuğunun nafakasını temin etmesi ya da borcunu ödemesi gereken kimse gibi. 

Alimlerin ortak görüşüne göre, böyle bir kimsenin çalışması vaciptir. Çalışabildiği halde bunu terk ederse, günahkâr bir asi olur.

Çalışmanın bir kısmı da müstahaptır. Yukarıda saydığımız gerekçelerden dolayı çalışması gerektiğini belirttiğimiz kimsenin, buna ek olarak sadaka vermek için çalışması gibi.
Buhari ve Müslim’de belirtildiğine göre Ebu Musa, peygamber efendimizden (s.a.v.) 

şöyle rivayet etmiştir:
“Her müslümanın sadaka vermesi gerekir... 
Dediler ki: Ya Resulallah! Verecek bir şeyi olmayan ne yapsın? Buyurdu ki: Kendi el emeğiyle çalışsın, bundan hem kendisi yararlanır, hem de sadaka verir. 

Dediler ki: Bunu bulamazsa, ne yapsın? Buyurdu ki: O zaman ma’rufu emretsin, kötülükten de uzak dursun. 
Bu onun açısından sadaka vermek konumundadır.” 
(Buhari, Zekat, 30; Müslim, Zekat, 55)

Allah’ın yolunu izleyen bazı kimseler

Bu gerçeği böyle tespit ettikten sonra, bilinmeli ki, Allah’ın yolunu izleyen bazı kimseler, cihad, ilim ve ibadet gibi Allah’ın bazı emirlerini yerine getirmesine rağmen, çalışmaktan aciz olabilir.

Nitekim yüce Allah bunlardan şöyle söz etmiştir:

“Yapacağınız hayırlar, kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler.” (Bakara, 273)

Bir diğer ayette de aynı kategoriye giren başka insanlardan söz etmiştir:

“Yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine ve peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.” (Haşr, 8)

İlk ayette, sadaka verilecek kimseler, ikinci ayette ise ganimet verilecek kimseler zikredilmiştir.

Nitekim yüce Allah, sadaka verilecek kimseler ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne ala! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah yapmakta olduklarınızı bilir (....) kendilerini Allah yoluna adamış fakirler için olsun....” (Bakara, 271-273)

ikinci gruba giren kimselerle ilgili olarak da şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın, ülkeler halkından peygamberine verdiği ganimetler, Allah, peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir (.....) fakir muhacirlerindir (.....) Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş....” (Haşr, 7-9)

Böylece yüce Allah, muhacirleri ve ensarı birlikte zikretmiştir. Muhacirler genellikle ticaretle uğraşan kimselerdi. Ensar ise genellikle ziraatla uğraşırdı.

Yüce Allah her iki meslek grubu hakkında şöyle buyurmuştur:

“Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden çıkardıklarımızdan hayra harcayın.” (Bakara, 267)

Burada yüce Allah, ticari malların zekâtından ve yerden çıkan, toprakta yetişen ürünlerin zekâtından söz etmiştir. Ki bunun oranı onda bir veya yirmide bir yahut kırkta birdir.

Allah’ın yolunu izleyenlerden bazıları, bunun yanında çalışma imkânına da sahip olabilirler. Nitekim yüce Allah, mü’minlere gece namazına kalkmayı emrettiği zaman şöyle buyurmuştur:

“Allah bilmektedir ki, içinizde hastalar bulunacak, bir kısmınız Allah’ın lütfundan aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, diğer bir kısmınız da Allah yolunda çarpışacaklardır.” (Müzzemmil, 20)

Burada yüce Allah müslümanları dört gruba ayırıyor:

1 - Bir grup, Kur’an, ilim ve ibadet ehli.

2 - Bir grup, Allah’ın lütfunu aramak üzere yeryüzünde yol tepenler.

3 - Bir grup, Allah yolunda cihad edenler ve

4 - Bir grup da mazeret sahipleri...

Eğer cebir doğruysa, kul zorlanmıştır demektir. Sana göre de zorlanan mazurdur, sözüne cevap

Eğer cebir doğruysa, kul zorlanmıştır demektir. Sana göre de zorlanan mazurdur, sözüne gelince:

Buna cevap olarak şöyle denir:

Daha önce cebr kavramının anlamını açıklamış ve demiştik ki, eğer cebr ile, bir insanın bir başkasını zorlaması, istediğinin aksine olan bir şeyi yapmaya mecbur bırakması şeklinde bir anlam kast ediliyorsa, yüce Allah, bu tür bir zorlamaya, bu şekilde mecbur bırakmaya muhtaç olmaktan münezzehtir, yücedir, uludur. Bu, aciz olanların işidir. Başkasını kendi fiilini isteyen, seçen, seven ve razı olan kılmaktan aciz olanların yani. Allah ise her şeye kadirdir. Kulun, fiilini seven, onu seçen olmasını dilediği zaman, öyle yapar. Kulun, fiilini, sevgi olmaksızın, hoşuna gitmeksizin irade etmesini dilediği zaman, onun, bu fiili hoşlanmadan yapmasını sağlar.

Bu bir mahlûkun başka bir mahlûku zorlamasına benzemez. Çünkü mahlûk, bir başkasının kalbinde irade, sevgi, nefret ve buğz meydana getirme gücüne sahip değildir. Bilakis, mahlûkun bütün amacı, isteğine veya kaçınmasına sebep olan şeyi yapmasıdır. Kul bir başkasını cezalandırmak veya tehdit etmek gibi ürkmesine ve korkmasına sebep olan bir şeyle bir fiili yapmaya zorladığı zaman, bu zorlanan, seçmediği bir fiili işler. Bunu razı olarak işlemez. Bunu yaparken amacı, kendisine yönelen kötülüğü savmaktır. Dolayısıyla fiili isteyen konumundadır; ama maksadı kendisine yönelen kötülüğü savmaktır, maksadı fiilin kendisi değildir. Bu yüzden bir yönden fiili seçen, bir yönden de seçmeyen, bir yönden fiili irade eden, bir yönden de irade etmeyen olarak isimlendirilir.

Fakat Arap dilinde böyle bir kimseye, fiilini seçen denmek, bilakis, zorlanan denir. Fıkıhçıların literatüründe de bu anlayış esastır.

Nitekim Buhari ve Müslim’de peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Biriniz dua ettiği zaman: Allahım! Eğer dilersen, beni bağışla. Allahım! Eğer dilersen bana merhamet et, demesin. Aksine isteyeceğini kararlı bir şekilde istesin. Çünkü Allah’ı bir şeyi yapmaya zorlayacak kimse yoktur.” (Buhari, Daavat, 21; Müslim, Zikir, 8-9)

Burada peygamberimiz (s.a.v.), dilemesiyle fiil işleyen kimsenin zorlanmış sayılmayacağını açıklıyor. Zorlanmış, başkasının dilemesiyle fiil işleyene denir. Bu dileğin sahibi, zorlayandır. Çünkü yaptığı şeyi kast etmiş olsa da, kendisi kudretsiz ve iradesiz bir mef’ul konumunda değildir. Çünkü maksadı, ilk elden, bir şeyin bertaraf edilmesidir, fiilin kendisi değil. Dolayısıyla burada üç mertebe söz konusudur:

Birincisi: İmtina etme gücüne sahip olmaksızın, kendisine bir şey yaptırılan kimse. İhtiyarı dışında bir yere girmeye veya birini vurmaya ya da bir kadını yatırıp, kadının isteği olmaksızın ve kendisinin de engel olma gücü olmaksızın onunla zina etmeye zorlanan kimse gibi. Böyle kimsenin fiiline ihtiyari fiil denemez. Kudreti ve iradesi olduğu da ileri sürülemez. Bu gibi fiillerle ilgili olarak emir ve yasak da olmaz. Aklı başında olanların ittifakıyla bu tür fiiller cezayı da gerektirmezler. Ancak kişinin kaçınma imkânı varsa, buna rağmen bu fiili terk etmezse, o zaman cezalandırılır. Çünkü imkân bulduğu halde kaçınmadığı zaman, gönüllü olur, zorlanan değil. Bu yüzden gönüllü olarak zina eden kadınla, zinaya zorlanan kadın arasında fark gözetilmiştir.

İkincisi: Bir şeyi yapmaya, dayakla veya hapisle ya da başka bir şeyle zorlanan kimse. Bu gibi fiillere yükümlülük taalluk eder. Çünkü böyle bir kimsenin bu fiili yapmamaya imkânı vardır. Öldürülse de yapmamalıdır. Bu yüzden fıkıhçılar şöyle demişlerdir:

Bir kimse, masum bir kimseyi öldürmeye zorlansa, bu masum kimseyi öldürmesi helâl olmaz. Eğer öldürürse, bunun hakkında kısas hükmünün uygulanması hususunda fıkıhçılar arasında ihtilaf vardır. Malik, Ahmed ve Şafii -bu hususta iki farklı görüşü vardır ve bu görüşlerinden biri fıkıhçıların genelinin görüşü doğrultusundadır- gibi fıkıh alimlerinin büyük kısmı, kısas hükmünün zorlayan kimseye uygulanacağını, zorlanan kimsenin ise, bu eylemde sadece bir alet hükmünde olduğunu söylemişlerdir. Züfer şöyle demiştir:

Bilakis, bizzat zorlanan kimseye kısas uygulanır. Çünkü kendisi doğrudan işe karışmıştır ve bu onun sebep konumunda olduğunu gösterir. Devamla şöyle der: Eğer sadece bir alet konumunda olsaydı, günahkâr olmazdı. Oysa alimler böyle bir kimsenin günahkâr olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Ebu Yusuf ise:

Zorlayana da, zorlanana da kısas uygulanmaz, demiştir.

Allah kulun seçeceğini bilir ve seçilecek olan kaderde yazılıdır... sözüne cevap

Allah kulun seçeceğini bilir ve seçilecek olan kaderde yazılıdır... sözüne cevap
Şöyle de denemez: Allah kulun seçeceğini bilir ve seçilecek olan kaderde yazılıdır... sözüne gelince:
Bu söz, Kaderiyecilerden sadır olan bir soru ve bu soruya yine kendilerinin verdiği bir cevabı kapsamaktadır. Diyorlar ki:
Biz, Allah bilir, diyoruz. Bunu dediğimiz zaman, kudreti olumsuzlamış olmuyoruz. Bilakis, ilim anlamında kaderi olumlamış oluruz. Bununla beraber rabbin bütün hadiseleri dilemesini, kulların fiillerinin yaratıcısı olmasını olumsuzluyoruz. 


Nazım diyor ki:
Kulun, seçtiği fiil, bundan önce yazılıdır. Bundan başkasının olması imkânsızdır, dolayısıyla bu, cebrin varlığını kaçınılmaz kılmaktadır.
Bu cevaba şöyle demek sûretiyle itiraz edilebilir:
Burada gerektirici, gerektirilen konumundadır. Çünkü Allah’ın, kulun bu fiili seçeceğini bilmesi, bunu seçeceğine dair yazısına uygundur. Çünkü bilmenin değişmesi, yazının değişmesinden daha büyük bir hadisedir.


Denebilir ki:
Burada yazmak, sözün devamı olarak algılanmıştır. Yani, Allah, kulun seçtiğini biliyordu ve yazdı, denemez. Bu da şu demektir:
Önceden bilme ve yazma kadere inanma için kafidir. Oysa sadece bu, kadere iman için yeterli değildir. Bu, cebri kabul edenlerin kanıtıdır. 


Diyorlar ki:
Bilinenin (malûmun) aksi imkânsızdır. Malûmun aksini emretmek, imkânsızı emretmek demektir. Çünkü bu emredilen gerçekleşirse, bilmenin cehalete dönüşmesi kaçınılmaz olur.


Cevapları da şudur:
İmkânsız, mücmel bir kavramdır. Eğer, bununla, malûmun aksi olmaz, gerçekleşmez, demeyi amaçlıyorlarsa, bu doğrudur. Fakat olmayanı teklif etmek, failin aciz olduğu şeyi teklif etmek olmaz. Çünkü failin yapmadığı bir şeyi, aciz olmasından dolayı yapmaması muhtemel olduğu gibi, istemediği için yapmaması da muhtemeldir. Dolayısıyla yüce Allah, kula, yapmayacağını bildiği şeyi teklif etmiş olabilir. Nitekim Allah, kendisinin istemediği şeyin olmayacağını da bilir. Bununla beraber, eğer istese, o da olur.


“Böyle bir şey olursa, bilme cehalete dönüşür” sözüne gelince:
Bazılarına göre bu, doğrudur ve bunun gerçekleşmeyeceğine delalet eder. Fakat yükümlü olanın bundan aciz olduğuna delalet etmez. İstediği zaman, buna güç yetiremeyecek demek değildir. Çünkü yalnızca, irade etmediği için gerçekleşmemiştir, buna gücü yetmediği için değil. Tıpkı yüce Allah’ın takdir ettiği şeylerden olmadığı halde, Allah’ın dilemesi durumunda bunları yapabilmesi gibi. Ve O, bunları yapmayacağını da bilir.


Bazı bid’atçıların söylediği gibi, Allah’ın buna gücü yetmez, demek caiz değildir. Bilakis, yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır?. Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” (Kıyamet, 3-4)


“De ki: Allah’ın size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeğe ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter.” (En’am, 65)
Bununla beraber Cabir’den rivayet edilen ve Buhari ve Müslim’de yer alan sahih bir hadiste belirtildiğine göre :
“De ki: Allah’ın size üstünüzden bir azap göndermeğe gücü yeter.”ayeti nazil olunca, peygamberimiz (s.a.v.):
Bundan sana sığınırım, dedi. “veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeğe ya da birbirinize düşürmeye...” kısmı nazil olunca: Bu ikisi daha hafiftir, dedi.” (Buhari, 6. sure, 2; Tirmizi, 6. sure, 2; Ahmed, 3/309; Müslim’de varid olmamıştır)


Ayette yüce Allah’ın gücünün yettiğini belirttiği bazı şeyler, olmayan şeylerdir. Ümmetin üstünden veya ayaklarının altından azap gönderilmesi gibi ...
Bunlardan bazıları ise, olmuşlardır. Birbirine düşürüp kiminin hıncını kiminden aldırması gibi.
Nitekim sahih bir hadiste peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Rabbimden üç şey istedim. O ikisini bana bahşetti, birini vermedi. Ümmetime, onlardan olmayanların musallat olmamasını diledim, Allah bunu bana bahşetti. Ümmetimi topyekun yok etme azabıyla azaplandırmamasını istedim, bunu da bana bahşetti. Birbirleriyle savaşmamalarını istedim, bu dileğimi kabul etmedi.” (Müslim, Fiten, 20; İbni Mace, Fiten, 9-22; Ahmed, 5/240)


Kur’an’da birçok yerde, olmayan şeylerin, dilemesi durumunda olabilecekleri belirtilmektedir. Buna aşağıdaki ayetleri örnek gösterebiliriz:
“Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik.” (Secde, 13)
“Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelenmilletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lakin Allah dilediğini yapar.” (Bakara, 253)


“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. Fakat onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler.” (Hud, 118)
Buna benzer daha birçok ayeti örnek göstermek mümkündür. Bu ayetlerde açıkça ortaya konuyor ki, Allah, olmayan bazı şeyleri dileseydi, olurlardı. Bu da, O’nun, olmayacağını bildiği şeylere kadir olduğunun kanıtıdır. Çünkü eğer bunlara gücü yetmeseydi, dilediği zaman da bunları yapamaması gerekirdi. Çünkü onları yapması, ancak onlara gücünün yetmesiyle mümkündür. Allah-en doğru sözlü haber veren olarak- dilemesi durumunda bunları yapabileceğini haber veriyorsa, bundan, O’nun bunları yapmayacağını bilmesine rağmen, onları yapmaya kadir olduğu anlaşılır. Yine bununla anlaşılıyor ki, malûmun aksi olan bir şey, takdir edilmiş olabilir de.
Eğer: Bu imkânsızdır, denilse, bu, ancak rabbin dilemesi gerçekleşmediği için imkânsızdır, bizzat imkânsız olduğu için değil veya aciz olunduğu için değil.


Daha önce de söylediğimiz gibi, imkânsız kelimesi, mücmeldir. Bir şey, kulun gücü yettiği için dilemesi durumunda yapabileceği halde, olmadığı için imkânsız ise, böyle bir şeyin teklif edilmiş olması caizdir ve bunda tartışma yoktur. Bazıları buna, güç yetirilemez, adını verseler de. Bu, dilsel, kelimelerle ilgili bir tartışmadır, öze ilişkin değildir. 


Tartışma:
Yapabilirliğin, kudretin fiilden önce var olması caiz midir, değil midir? meselesiyle ilgilidir.

Çünkü olması, Sonradan olmasını (hadis oluşunu) gerektirir ki, bu söz terkedilmiştir. sözüne cevap

Ya da “Allah...oldu...” demek. Çünkü olması, sonradan olmasını (hadis oluşunu) gerektirir ki, bu söz terkedilmiştir, sözüne gelince:
Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir, ama bana öyle geliyor ki, şunu demek istiyor:
Eğer, Allah bunları takdir etmiş ve bunları biliyor idiyse, bu, onların meydana gelmelerinden sonra bilginin meydana gelmesinin ardından Allah’ın bunların bilmesini ve takdir etmesini gerektirir. Bu ise, rabbin, kulların fiillerini, onlar işlemedikçe, bilmemesini ve takdir etmemesini gerektirir. Bu ise, reddedilmiş ve batıl bir sözdür. Sahabeler, onlara güzellikle uyan tabiiler ve diğer müslüman alimler böyle bir sözün batıl olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Daha doğrusu bunu söyleyeni tekfir etmişlerdir. Akli kanıtların yanı sıra, kitap ve sünnet de bunun yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.
Çünkü yüce Allah, kulların fiillerinden bazılarını, henüz gerçekleşmeden haber vermiştir. Hatta bunları meleklerden ve başka kullarından dilediği kimselere önceden bildirmiştir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Hatırla ki rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.” (Bakara, 30)
Bu ayetten anlaşılıyor ki, melekler, daha insanlar yaratılmadan önce, onların yeryüzünde fesat çıkaracaklarına ve kan dökeceklerine hükmetmişlerdir. Üstelik, Allah’ın bildirdiğinin, öğrettiğinin dışında bir bilgileri olmadığı halde.
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
“Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bir bilgimiz yoktur.” (Bakara, 32)
Meleklerin bu değerlendirmesinden sonra yüce Allah onlara şu karşılığı veriyor:
“Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim.” (Bakara, 30)
Bu ifade ise, daha sonra, Adem’in, İblis’in ve ikisinin soyu arasında yaşanacak olaylara ve buna dayalı olarak gerçekleşecek gelişmelere işaret etmektedir.
Bu ayet gösteriyor ki, yüce Allah, Adem’in cennetten çıkacağını biliyordu. Çünkü cennetten çıkmayacak olsaydı, yeryüzünde halife olması gerçekleşemezdi.
Nitekim Allah ona cennete yerleşmesini ve yasak ağacın meyvesinden yememesini emretmişti.
“Biz: Ey Adem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.” (Bakara, 35)
“Bunun üzerine: Ey Adem! Dedik, bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin! Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak. Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın.” (Taha, 117-119)
Burada yüce Allah, Adem’i, şeytanın kendilerini cennetten çıkarmasından sakındırıyor. Bu, İblis’e itaat etmeye yönelik bir yasaklamadır ki, cennetten çıkışın sebebi de bu itaattir. Ama yüce Allah bundan önce Adem’in cennetten çıkacağını ve çıkışının sebebinin İblis’e itaat etmesi ve yasak ağacın meyvesinden yemesi olacağını biliyordu. Çünkü bundan önce:
“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara, 30) demişti.
Bu yüzden selef ulemasından bazıları şöyle demişlerdir:
Allah, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demekle, Adem’in cennete girmesinden önce oradan çıkışını takdir etmişti. Ve bu olaydan sonra da şöyle buyurmuştur:
“Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.” (Bakara, 36)
“Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve orada diriltilip çıkarılacaksınız, dedi.” (A’raf, 24-25)
Bu ayetlerde, yüce Allah, ileride onlar arasında meydana gelecek düşmanlık ve benzeri olgulardan haber veriyor.
“Gerçekten haklarında rabbinin sözü sabit olanlar, kendilerine bütün mucizeler gelmiş olsa bile, inanmayacaklardır.” (Yunus, 96-97)
“Gerçek şu ki, kâfir olanları korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.” (Bakara, 6)
Burada da gelecekten haber veriliyor. Onların iman etmeyecekleri belirtiliyor.
“Mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım.” (Sad, 85)
“Fakat: cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım, diye benden kesin söz çıkmıştır.” (Secde, 13)
Burada da yüce Allah gelecekte olacak bir hususla ilgili olarak yemin etmektedir. Allah yeminine sadıktır. Doğruluğu, yemin ettiği şeyi bilmesinin bir gereğidir. Bu da O’nun buna kadir olduğunu gösterir.
Bu, aynı zamanda Allah’ın, kulların fiillerinin yaratıcısı olduğunu da gösterir. Eğer kulların fiilleri Allah tarafından takdir edilmemiş olsaydı, cehennemi doldurması mümkün olmazdı. Bilakis, bu iş kullara kalırdı; isterlerse O’na isyan eder, cehennemi doldururlardı, isterlerse O’na itaat eder, cehennemi doldurmazlardı.
Fakat şöyle denebilir:
Allah onların isyan edeceklerini biliyordu. Bu yüzden, onları bu şekilde cezalandırmaya yemin etmiştir. Böyle bir değerlendirmeye şöyle cevap verilir:
O’nun, olmadan önce geleceğe ilişkin ilmi, bu şeyi yaratmasını gerektirir. Çünkü Allah, ilmini melek ve insan gibi başka varlıklardan edinmez. Bilakis, O’nun ilmi zatının gereklerindendir. Eğer kulların fiilleri Allah’ın yapabilirliğinin ve iradesinin dışında olsaydı, Allah’ın yarattığı şeyler gibi onları da bilmesi gerekmezdi. Bu konuda yerinde geniş ölçüde ele alınmıştır.
Yüce Allah bir ayette münafıklar hakkında şöyle buyuruyor:
“Eğer içinizde onlar da savaşa çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı.” (Tevbe, 47)
Burada yüce Allah, münafıklarla ilgili olarak henüz gerçekleştirmedikleri bir günahı önceden haber vermektedir. Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur:
“Bedevilerden seferden geri kalmış olanlara de ki: Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağırılacaksınız. Onlarla, teslim oluncaya kadar savaşacaksınız.” (Fetih, 16)
Burada yüce Allah, onları ileri savaşa çağıracak birinin çağrısını önceden haber veriyor. Bu çağırıcının onları çağırması kullara özgü fiiller kapsamına girer. Bunun gibi ifadeler Kur’an’da çokça yer alırlar.
Kulların gelecekte gerçekleştirecekleri bazı fiilleri melekler, peygamberler gibi mahlûkattan bazı kimseler de bilebilirler. Alemlerin rabbi olan Allah bilmez mi? Hz. Peygamber (s.a.v.) gelecekte ümmetinde ve başka toplumlarda meydana gelecek olayları önceden haber vermiştir. Bunları şimdi burada zikretmeye kalkarsak yerimiz yetmez.
Örneğin, oğlu (torunu) Hasan aracılığıyla yüce Allah’ın, iki büyük müslüman grubu barıştıracağını haber vermiştir. Aynı şekilde müslümanla arasında aşırı bir grubun (hariciler) ortaya çıkacağını ve müslümanlar içinde hak üzere olan bir grubun onlarla savaşacağını bildirmiştir. Kendisinden sonra bir topluluğun dinden döneceğini haber vermiştir. Kendisinden sonra nebevi çizgideki hilâfetin otuz sene süreceğini ondan sonra krallığa dönüşeceğini söylemiştir. Dağın üstünde bir peygamber, bir sıddık ve şehidden başka kimsenin olmadığını haber vermiş, oradakilerin çoğu daha sonra şehit düşmüşlerdir. Bedir savaşında Kureyş’in önde gelenlerinin öldürüleceklerini önceden haber vermiştir. Deccal’ın çıkacağını, İsa’nın (a.s.) Şam’ın doğusunda beyaz minareye ineceğini, İsa’nın (a.s.) deccalı öldüreceğini haber vermiştir.
Yine Ye’cuc ve Me’cuc’un ortaya çıkacağını bildirmiştir. Haricilerin ortaya çıkacaklarını bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Şu kavmin içinden bir grup ortaya çıkacak, biriniz onların namazını ve orucunu gördüğünde, kendi namazını ve orucunu küçümseyecektir. Bunlar Kur’an okuyacaklar, ama Kur’an onların gırtlaklarından aşağıya inmeyecektir. Okun yaydan fırlayıp çıktığı gibi islâmdan çıkacaklardır. Bunların içinde eli sakat ve elinin üzerinde titreyen bir et parçası olacaktır.” (Buhari, Menakıb, 25; Müslim, Zekat, 147)
Gerçekten peygamberimizin (s.a.v.) haber verdikleri aynen çıktı. Ali b. Ebu Talip, Nehrevan’da onlarla savaşırken, içlerinde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vasfettiğine tıpatıp benzeyen bir adam buldu. Müslümanların Türklerle savaşacaklarını önceden haber vermiş, Türklerin özelliklerini bildirmiştir:
“Siz, küçük gözlü, kırmızı yanaklı, eğri burunlu, keçeden ayakkabı giyen ve yüzleri..... gibi olan Türklerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz.” (Buhari, Cihad, 95; Müslim, Fiten, 62-64)
Nitekim müslümanlar, güçlü bir konuma geldikten sonra, peygamberimizin (s.a.v.) haber verdiği gibi ortaya çıkan Türklerle ve diğer kavimlerle savaştılar. Peygamberimizin (s.a.v.) bunun gibi geleceğe ilişkin haberler verdiği sözleri, burada sayılmayacak kadar çoktur. Peygamberimiz (s.a.v.) bunları yüce Allah’ın kendisine bildirmesi sayesinde biliyordu. Peygamberimiz (s.a.v.) kulların fiillerinden birçoğunu biliyor idiyse, ona bilmediklerini öğreten Allah yarattığı kullarının fiillerini bilmez mi?
Hiç kimse Allah’ın bilgisini tümüyle kuşatamaz. O sadece dilediği kadarını kullarına bildirir. Ne bir peygamber, ne de başka birisi, Allah’ın kendisine öğrettiğinden başkasını bilemez.
Nitekim Hızır Musa’ya şöyle demişti:
“Bende Allah’ın bilgisinden bir kısım vardır ki, bunu Allah bana öğretmiştir ve bu bilgi sende yoktur. Sende de Allah’ın sana öğrettiği ve benim bilmediğim bir ilim vardır. Bu sırada bir serçe denizden gagasıyla su içince şöyle dedi:
Benim ve senin bilgimiz, ancak bu serçenin denizin suyunu eksilttiği kadar eksiltmiştir.”
Nitekim yüce Allah Musa hakkında şöyle buyurmuştur:
“Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalarda yazdık.” (A’raf, 145)
Kısaca şunu demek istiyoruz:
Allah’ın, kulların fiillerini, gerçekleşmeden önce bilmesini olumsuzlamak baatıldır. Aşırı Kaderiyeciler bunu olumsuzluyorlar.
“Biz eskiden yönelmekte olduğun Ka’be’yi kıble haline getirdik ki, resule uyanı, ökçesi üstüne gerisin geri dönenden ayıralım.” (Bakara, 143)
“İki gruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye...” (Kehf, 12) ayetlerine gelince, bu ve benzeri ayetlerde, bilinen şeye, meydana gelmesinden sonra taalluk eden bilgiden söz ediliyor. Bu, övgüyü ve yergiyi gerektirici bilgidir. Ödül ve ceza da bu bilgiye terettüp eder. Önceki, bunun olacağına dair bilgiydi. Salt bu bilgiye övgü ve yergi, ödül ve ceza terettüp etmez. Bu saydığımız hususlar, ancak fiilin meydana gelmesinden sonra söz konusu olabilirler. İbni Abbas’tan, bununla ilgili olarak şöyle rivayet edilir: Bu ayette kastedilen, biz kulların görmesidir, yani biz kullar görelim diye...
Müfessirler de şöyle demişlerdir:
Daha önce olacağını bildiğimiz gibi, mevcutken de bilelim diye, şeklinde bir anlam kast edilmiştir. Bu yenilenen durumla ilgili olarak tartışmacıların iki farklı görüşü belirginleşmiştir:
Bazıları şöyle diyorlar:
Yenilenen şey, ilim ile malûm arasındaki nispet ve izafettir. Sadece bundan ibarettir, öbürü ise, yoksal bir nisbettir.
Diğer bazılarının dediği ise şudur: Bilakis, yenilenen şey, şeyin varlığına ve varoluşuna dair bilgidir. Bu ise, onun olacağına ilişkin bilgiden farklıdır. Bu tıpkı şu ayette anlatılan hususa benzer:
“De ki: Yapacağınızı yapın! Amelinizi Allah da resulü de mü’minler de görecektir.” (Tevbe, 105)
Burada görmenin yenilenmesinden, yeni bir görmenin gerçekleşmesinden haber veriliyor. Bunun yoksal bir nispet olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bunun somut bir olgunun yenilenişinden ibaret olduğunu söyleyenler de olmuştur. Dolayısıyla bütün değerlendirmeler bu iki görüş ekseninde cereyan etmektedir. Bu iki görüşü savunanlar, her iki tarafın ileri sürdüğü kanıtlar, yerinde etraflıca ele alınmıştır.
Selef kuşağının geneli, ehl-i sünnet ve hadis imamları, yenilenen şeyin, nassta işaret edildiği gibi, somut bir olgu olduğu yönünde görüş belirtmişlerdir. Haris el-Muhasibi bunu olumsuzlamaya çalışınca, Ahmed b. Hanbel onu terk etmiştir. Çünkü Haris el-Mehasibi, İbni Kilab’ın görüşlerini kabul ediyordu ve burada somut bir olgunun yinelinmesini söylemekten kaçınıyordu. Bunun doğuracağı şeyleri de söylüyor ve böylece kitaba, sünnete ve selef ulemasının görüşlerine aykırı hareket ediyordu. Bu ise, bid’atın ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bundan dolayı da Ahmed b. Hanbel onunla tüm ilişkilerini kesmişti. Böyle davranmaktan onu sakındırmıştı. Bazıları, Haris’in bu düşünceden döndüğünü söylemişlerdir.
Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Hanife’nin takipçilerinden son kuşak alimler iki ayrı görüş benimsemişlerdir. Bazıları, İbni Kilab ve izleyicilerinin yolunu tutarken, bazıları sünnet ve hadis imamlarının yolunu tutmuşlardır.
Şunu demek istiyoruz:
Allah’ın, kulların amellerini önceden bilmesi ve yazması haktır. Allah’ın bunlara ilişkin bilgisinin sonradan oluştuğuna ilişkin görüşler yanlış ve terk edilmiş görüşlerdir. Nitekim şayet, bu anlamı kast etmişse, Nazım da bu yönde görüş belirtmiştir, dolayısıyla onun da bu görüşü terk edilmelidir. Bunun böyle olmasında, yani, Allah’ın kulların amellerini önceden bilip yazmasında, Allah’ın emir ve nehiyleriyle çelişen bir durum yoktur. Allah’ın, kulların fiillerini yaratması ile onlara emir ve yasaklar yöneltmesi arasında çelişki olmadığına göre, onların fiillerini önceden bilmesi hiçbir şekilde çelişki oluşturmaz. Bu, Cebriyeci Kaderiyecilerin söylediği gibi, kulun cebir altında kudretsiz ve fiilsiz olmasını da gerektirmez.

Eğer kabul etsen, olmaz yaratıcı için takdir öngörmek. sözüne cevap

Soruyu soran kişinin:
“Her şey...” ifadesi de. Eğer kabul etsen, olmaz yaratıcı için takdir ön görmek, sözüne gelince...
Eğer bununla, selef ulemasının, kul kendi fiillerinin gerçek anlamda failidir ve benzeri sözlerini kabul edersen, bu, ilâhî takdirin olumsuzlanmasını gerektir, demek istiyorsa, bu tarz bir bağıntı kurma, imkânsızdır.
Şayet “kulun, Allah’ın dilemediği şeyi dilediğini kabul edersen, bu, bütün insanların ittifakıyla, Allah’ın haramlara ve mübahlara ilişkin dilemesini olumsuzlar, daha doğrusu, O’nun kulların bütün fiillerine yönelik dilemesini gerçek anlamda olumsuzlar ve bu da kulların fiilleri üzerindeki kudretini olumsuzladığı gibi, bunlardan herhangi bir şeyi yaratmış olması durumunu da olumsuzlar” demek istiyorsa, bunda dileme, kudret ve yaratma anlamında takdir etmenin de olumsuzlanması söz konusudur.
Allah’ın varlıkları kendi içinde planlaması, onları bilmesi, onlardan haberdar olması ve onları yazması anlamında takdir etmesine gelince, bu, varlıklardan önce ilâhî bilginin varlığını kabul etmeyenlerin sözlerinin aksine bir durumu gerektirir ki, Kaderiyecilerin çoğunluğu ilâhî ön bilgiyi inkâr etmezler. Ancak, varlık aleminde, Allah’ın dilemesi, kudreti ve yaratması olmaksızın birçok hadisenin meydana gelişini ileri sürdükleri zaman, evrende, Allah’tan başkasının meydana getirdiği olguların varlığını, üstelik bu Allah’tan başkalarının bunlara güçleri yetmediği halde, kabul etmiş oluyorlar. Böyle bir durumda “Yaratan bilmez mi?” (Mülk, 14) ayetiyle, Allah’ın bu hadiseleri bildiğini kanıtlamak mümkün olmaz. Çünkü onlara göre bunları yaratan Allah değildir. Ama kendi içlerinde başka Kaderiyeci gruplar, Allah’ın varlıkların olmasından önceki bilgisi hususunda onlara karşı çıkmışlardır. Dolayısıyla, onlara karşı bu ayeti kanıt olarak kullanmaları mümkün değildir. Bunlar, Allah’ın bunları emretmesinin yanısıra, önceden bildiğini de söylüyorlar. Fakat, güç yetirilmeyen şeyin teklif edilmesini gerektiren, bilinenin aksi olan şey açısından farklı bir durum geçerlidir. Çünkü Allah’ın bilmesine aykırı bir şeyin olması imkânsızdır. Eğer olsa, Allah, bunu bilmemiş olur. Bu ise, önceki olumsuzlamalarının doğal bir sonucudur. Yani, yukarıda ileri sürdükleri olumsuzlamaları, Allah’ın bazı şeyleri bilmediğini söylemekle yüz yüze getirir onları.

Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.ayeti

 İnsan Suresi - Ayet 30
وَمَا تَشَاؤُنَ اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٖيمًا حَكٖيمًا
Allah'ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
 -----------------
 Tekvir Suresi - Ayet 29
وَمَا تَشَاؤُنَ اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ
Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.
--------------------
“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan, 30, Tekvir, 29) ayeti, kulun, kendi seçimiyle işlediği fiilin faili olmadığına, kulun bu tür fiillere güç yetirmediğine, kulun irade sahibi olmayışına delalet etmez. Bilakis, Allah dilemedikçe, insanın dileyemeyeceğine delalet eder.

Bu ayet, iki grubun yaklaşımını çürütmektedir:
Cehmiyeci Cebriye.... Kaderiyeci Mutezile...

Çünkü yüce Allah:
“Sizden doğru yolda gitmek isteyenler için...” buyuruyor. Bu ayet gösteriyor ki, kulun dilemesi, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Önceki ayet Cebriyeye cevap niteliğindeyken, bu ikinci ayet, Kaderiyeye cevap niteliğindedir.
Çünkü bu Kaderiyeciler diyorlar ki:
Kul, Allah’ın dilemediğini diler....
Nitekim, Allah, kulun dilemediğini diler, demişlerdir.

Eğer bunlar, temel düşüncelerine dayalı olarak: 
Burada geçen dilemekten maksat, emretmektir ve anlamı da, Allah’ın emrettiğini yapmayı dileyemezler, Allah emretmedikçe, şeklindedir, deseler, onlara şu cevap verilir:
Ayetin akışı, böyle bir anlamın kast edilmediğini gösteriyor. Bilakis, ayetin akışından şöyle bir anlam anlaşılıyor:
Size emredilen bir fiili işlemeyi, Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz...
Çünkü yüce Allah emirden, yasaktan, vaadden ve tehditten söz ettikten sonra şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık dileyen rabbine bir yol tutar. Sizler ancak rabbinizin dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz.” (İnsan, 29-30)

“Dileyemezsiniz...” ifadesi, onlar açısından gelecekteki dilemeyi olumsuzlamaktadır. “Allah dilemedikçe...” ifadesi, bunu, gelecekte rabbin dilemesiyle ilintilendirmeye yöneliktir. Çünkü “en” edatı, müzari fiile gelecek anlamını kazandırır. Buna göre ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:
Bundan sonra dilemedikçe...
Emir ise bundan önce gelir. Bu tıpkı insanın:
Allah dilemedikçe şu işi yapmayacağım, demesine benzer.

Selef uleması ve fıkıhçılar:
Yarın, inşallah namaz kılacağım veya, yarın inşallah borcumu ödeyeceğim, diye yemin eden birisi, ertesi gün bu dediğini yapmazsa, yeminini bozmuş sayılmayacağı hususunda görüş birliği içindedirler. Eğer dileme kelimesi emir anlamında olsaydı, bu adam yeminini bozmuş olacaktı. Çünkü Allah böyle emretmiş olacaktı. Kaderiyecilere karşı kullanılan bir kanıttır bu. Onların buna verecekleri bir cevapları da yoktur. Bu yüzden onlardan bazıları, öteden beri var olan bu icmaya karşı çıkarak, böyle yemin eden kimse, dediğini yapmazsa, yeminin bozmuş sayılır, demişlerdir.

“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (Tekvir, 29) ayeti ise,Allah’ın kudretini ve kulların Ona muhtaç olduklarını açıklama bağlamında Allah’ı övme, methetme amacına yöneliktir. Eğer,Allah size emretmedikçe,yapamazsınız, anlamında olsaydı, o zaman bütün emirler bu konumda olurdu. Bu ise, rabbin övülmeyi gerektiren özellikleri arasına girmez.Eğer,onların,ancak Allah’ın emretmesi durumunda bir şeyler yaptıkları anlamında olsaydı,bu,Allah’a değil,onlara yönelik bir övgü olurdu.

Fiilde, faile ilişen bir etki de yoktur, şeklindeki sözlere cevap

Soruyu soran kişinin: Öyleyse fiilde, faile ilişen bir etki de yoktur, şeklindeki sözlerine gelince:
Eğer bununla, övgü, yergi, ödül ve ceza gibi faile ilişen nitelikler üzerinde fiilin bir etkisinin olmadığı kast ediliyorsa, bunu ancak, Cehm ve onun görüşünü paylaşanlar gibi sebepleri inkâr edenler söyleyebilir. Yoksa selef uleması ve imamlar, yaratma ve emir bağlamında sebeplerin ve hükmün ispatı noktasında görüş birliği içindedirler.
Emir bağlamında fıkıhçıların şu değerlendirmesini örnek gösterebiliriz:
Mirası gerektiren sebepler üçtür:
Soy. Nikah ve kölelik bağı. Ama yeminleşme ve birinin aracılığıyla müslüman olma gibi şeylerin miras sebebi olması hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ebu Hanife gibi bazı fıkıhçılara göre bu, miras alanın sebebidir. Malik ve Şafii gibi fıkıhçılar ise bunun mirasa sebep olamayacağını söylemişlerdir. Ahmed’den ise iki görüş de rivayet edilmiştir. Yine fıkıhçıların şu sözlerini de buna örnek gösterebiliriz:
Nisap miktarı kadar mala sahip olmak zekâtın farz olmasının sebebidir. Taammüden adam öldürmek ve haksız yere saldırıda bulunmak kısas hükmünün uygulanmasının sebebidir. Hırsızlık el kesmenin sebebidir....
Fıkıhçıların görüşü, sebebin müsebbeb üzerinde etkili olduğu yönündedir. Onlara göre sebep, salt bir işaretten ibaret değildir. Yalnızca bir grup kelâmcı sebebin salt bir işaret olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşlerini de Cehm’in düşüncelerine dayandırmışlardır. Bu kelâmcıların konuyla ilgili mutlak değerlendirmelerini bazı fıkıhçılar da benimsemişlerdir. Bu değerlendirmeye katılan fıkıhçıların büyük çoğunluğu çelişki içindedir. Bu yüzden bazen selef kuşağının ve imamların görüşlerini savunurken, bazen de işaret ettiğimiz kelâmcıların görüşlerini savunmuşlardır.
Aynı yaklaşım hikmet için de geçerlidir. Şer’i hükümlerin bir hikmete dayandığı hususu selef ulemasının ve fıkıhçıların üzerinde ittifak ettikleri bir meseledir.
Yaratmanın temelinde hikmet bulunduğu hususu da öyle. Kur’an’da yaratma ve emir olgularının hikmete dayandığına ilişkin birçok ifade vardır. Kur’an, yüce Allah’ın varlıkları sebeplere dayalı olarak yarattığı sıkça ifade edilir. Cehme uyanların söylediği gibi, Allah varlıkları sebeplerin yanında yaratır, sebeplerle yaratmaz, şeklindeki değerlendirmeleri doğru değildir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti.” (Nahl, 65)
“Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik. Kullara rızık olması için birbirine girmiş, küme küme tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik. Ve o su ile ölü toprağa can verdik.” (Kaf, 9-11)
“Rüzgarları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O’dur. Sonunda onlar, ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız.” (A’raf, 57)
“Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür.” (Maide, 16)
“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın.” (Tevbe, 14)
Bunun gibi daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz.
Sebep anlamını ifade eden “lam” edatının yaratma ve emir bağlamında kullanılmasının örnekleri çoktur. Bu konuyla ilgili detaylı açıklamaları yeri geldikçe sunma imkânını bulmuştuk.
Yaratma ve emir bağlamında hikmeti, akli ve şer’i gerekçeyi olumsuzlayanların kanıtlarını ele almış ve bu kanıtların ve bu kanıtlara dayalı çıkarsamaların yanlış olduklarını ortaya koymuştuk. Mutezile ve Kaderiyenin konuya ilişkin kanıtlarının yanlışlığını ortaya koyduğumuz gibi.
Sebeplerin ve hikmetlerin varlığını kabul eden fıkıhçılar, şer’i hitap ve hükümleri iki kısma ayırırlar:
1 - Yükümlülük içeren hitap...
2 - Vaz etme ve haber verme nitelikli hitap.
Bir şeyin sebep, şart veya engel olarak konulması gibi. Sebepleri ve hikmetleri olumsuzlayanlar ise buna şöyle itiraz etmişlerdir:
Eğer bir şeyin sebep olmasıyla, hükmün var olduğu zamanda var olduğunu kast ediyorsanız, ortada başka bir hüküm yoktur. Eğer bununla başka bir anlam kast ediyorsanız, bu ise imkânsızdır.
Bunlara verilecek cevap şudur:
Bununla kastedilen, sebeplerin, hükme uygun nitelikleri kapsadıklarıdır. Hüküm de bunun için konulmuştur. Diğer bir ifadeyle hikmetin gerçekleşmesine yol açtığı için hüküm konulmuştur.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki, namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette ibadetlerin en büyüğüdür.”(Ankebut, 45)
“Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister.” (Maide, 91)
Kulun kudretinin işlediği fiilleri üzerinde herhangi bir etkisi yoktur, diyenler de sebepleri olumsuzlayan Cehm’in izleyicileridir. Yoksa selef uleması, onlara tabi olan kuşaklar, ehl-i sünnet imamları, Mutezile’ye muhalefet eden ve kaderi olumlayan islâmi grupların geneli sebeplerin varlığını ve etkisini kabul ederler. Onlara göre, bir fiili işleyen kulun fiili üzerinde kulun kudretinin etkisi, diğer sebeplerin müsebbepleri üzerindeki etkisinden farksızdır. Bunun yanında sebeplerin de müsebbeplerin de yaratıcısı yüce Allah’tır. Sebepler bağımsız olarak müsebbepleri meydana getirmezler kuşkusuz. Bilakis, bunlara yardım eden başka sebeplerin olması da kaçınılmazdır. Bunun yanında, sebeplerin etkinlik göstermesini engelleyen maniler de vardır. Yüce Allah bütün sebepleri yaratmadıkça ve bütün engelleyici manileri ortadan kaldırmadıkça müsebbep meydana gelemez. Yüce Allah diğer mahlûkatı yarattığı gibi, bunların tümünü dilemesi ve kudretiyle yaratır. O halde kulun kudreti sebeplerden biridir. Kulun fiili de sadece kulun kudretiyle meydana gelmez. Bilakis, kudretle birlikte kesin iradenin olması da kaçınılmazdır.
Kudret derken, insan ile kaim olan güç kast ediliyorsa, bu durumda engellerin bertaraf edilmesi bir zorunluluktur. Kayıtları ve mahpusluğu izale etmek gibi. Düşman ve benzeri güçlerin yolu tıkamasını da önlemek gibi bir zorunluluk vardır.